Hayatın Kökenine Dair Yer yüzünde hayat nasıl başladı ? Hayatın nasıl başladığını cevaplamak için yapılan çalışmalar, 1800 lü yıllardan daha öncelerine dayanır. Bilim adamları canlı organizmaların dünyanın oluşumu esnasında en uygun şartlarda ortaya çıktığını düşünmüşlerdir. Bildiğiniz gibi dünyanın ortalama yaşı 4,5-5 milyar yıldır.Bu süreç içerisinde yer küre, sürekli bir devinim geçirmiştir ve tahminen 2,5-3 milyar yıl öncede şu anki en uygun halini almıştır. Dolayısıyla uygun şartların bir araya gelmesiyle ilkel canlı organizmaların ortaya çıktığı ve uzun bir evolüsyon sürecinde değişerek günümüz canlı türlerini oluşturduğu ileri sürülmüştür. O halde ilk canlı organizma nasıl ortaya çıkmıştır ? Yeryüzünde ortaya çıkan ilk organizma, muhtemelen prebiyotik bir ortamdan yani ilkel çorba adı verilen organik molekül karışımdan meydana gelmeliydi. ilk canlı organizmanın ilkel dünya şartlarında meydana gelip gelemeyeceğini anlamak için bilim adamları, canlı organizmaların biyokimyasal içeriklerini taklit ederek neredeyse on binlerce deney yapmıştır. Ne yazık ki bu deneylerin neredeyse hiçbirinden tatminkar bir sonuç alınamamıştır. Yapılan çalışmaların neden mutlu bir sonla noktalanmadığını hep birlikte bu sayfada göreceğiz. Öncelikle dünyanın devinimi sırasındaki ilkel şartlarına yolculuk edeceğiz. Bu şartlar altında canlı için gerekli olan DNA, protein ve diğer organik bileşiklerin meydana gelip gelemeyeceği hususunda bilim adamlarının yaptığı çalışmalara göz atacağız. Ardından virüslerden sonra en ilkel organizma kabul edilen bakterilerin ne ihtişamlı yapılara sahip olduğuna şahit olacağız. Şunu çok iyi biliyoruz ki hayatın kökeni problemini çözmek için yapılan deneyler, ilkel bir bakterinin bile tesadüflerle ortaya çıkamayacağını göstermiştir. Bu yüzden başlangıç noktamız "Prokaryotlar " olacaktır.
Stainley Miller 1950 li yıllarda amino asit sentezi için bir dizi deney gerçekleştirdi. Çoğu kimse bilmemektedir fakat Stainley Miller ilkel atmosferi taklit etmek için kurduğu düzenek içerisine H, N ve CH3 gazlarını katmıyordu. Halbuki daha sonra deneylerine bu gazlarıda ilave edecekti ancak amino asitleri yapay yollarla sentez edene kadar saydığımız bu gazları kullanmadı.
Çünkü Stainley Miller'in deneylerini yaptığı yıllarda jeologlar ilkel atmosferin CO2 ve Oksijen bakımından zengin olduğunu tespit etmiştir. Ayrıca o zamanlarda evrende en fazla bulunan elementlerin H ve He olduğu biliniyordu. Çalışmalarını bu bulgulara göre yönlendiren Miller amino asitleri oksijen ve CO2 gazı varlığında sentezleyemeyince yukarıda belirttiğimiz H, N ve Metan gazlarınıda deneye dahil etmeye karar verdi. Deneylerin sonunda 3 temel amino asiti sentezlemeyi başardı. Bunun üzerine dünyanın çeşitli yerlerindeki laboratuvarlarda yapılan çalışmalarla canlılarda bulunan 20 amino asitin tamamı sentezlenmiştir. Bu noktaya kadar elde edilen sonuçlar evrim teorisi için iyi bir gidişhat sergiledi.
Bilgi:
Hücre içerisinde 2900 den fazla sayıda enzim vardır. Bu enzimler halen bulunmaya devam etmektedirler. Enzimler protein yapısındadırlar ve en az 105 amino asit içerirler ancak 1000 taneden fazla amino asite sahip protein-enzimler vardır. Amino asitler evrimcilere göre tesadüfen oluşmuşlar, doğal yollarla korunup yanyana gelmişler ve nihayetinde peptid bağı kurarark proteinleri meydana getirmişlerdir.
Millerin yaptığı deneylerin hemen ardından gözler DNA ve RNA ya çevrildi. O halde amino asitler enzimleri oluşturabilir, enzimlerde DNA ve RNA ile ilişkiye girerek hücreyi organize edebilirdi. Ancak bu ifadeler uzman olan kişilerde şok etkisi yaratmıştır. Çünkü Millerin yaptığı deneyler neticesinde bilim adamları çözmek istedikleri bilmecenin pekte kolay olmadığını anlamışlardır.
Peki neydi bilim adamlarının tatsız sonuçlara yönelten ?
Amino asitleri sentezleme işi basit bir iş değildir. Bu işlem için Millerin kullandığı bazı düzenekler vardır. Ama protein oluşumunu içinden çıkılmaz bir hale getiren asıl ciddi problem bu değildir. Amino asitlerin bir araya gelerek proteinleri oluşturması işlemi, amino asit sentezinden çok daha zordur. Özellikle su moleküllerinin varlığında amino asit sentezini engellenmektedir. Dolayısıyla yeryüzünde çok fazla bulunan su, amino asitleri derhal çözecek ve tersinir bir reaksiyon meydana getirecektir.
Su ortamında meydana gelecek olan tersinir reaksiyonun anlamı şudur ;
AA1 + AA2 + AA3 + ..... AA - n -------------- > Protein + H2O (Su)
şeklinde olan amino asit reaksiyonlarının sulu bir ortamda gerçekleşmesi halinde reaksiyonun dengesi sol tarafa doğru kayar. Yani amino asitler bağ yapacakları yere tam tersine ayrışma eğilimi gösterirler. Lise kimyası okuyan herkes bu basit denge kuralını bilir. Reaksiyonun dengesi girenler yönündedir, yani sulu bir ortamda protein oluşması engellenmektedir.
Bu konuda araştırma yapan Dr. Fox ve diğer bilim adamları bu durumun farkında oldukları için amino asitleri karada oluşturma ve proteinleri sentezleme tezini ortaya attılar. Bu teoriye göre denizden dalgalarla sürüklenen amino asitler volkanik sıcak kayalara rast geldiğinde kuruyarak su faktöründen kurtuluyorlardı.
Fox bunu taklit etmek için fırında kuruttuğu amino asit karışımlarını inceledi. Ortaya çıkan moleküllere "Protenoid" adını verdi.
Ancak bilim dünyası Fox'u eleştiri yağmuruna tutmuştur. Çünkü protenoidler protein olmadıkları ve biyokimyasal reaksiyonları katalizleyemediklerinden dolayı biyokimyasal reaksiyonlar açısından hiçbir şey ifade etmiyordu. Bu yüzden gerek Fox tarafından yapılan deneyler olsun gerekse Miller'in yaptığı deneyler olsun hiçbir zaman bilimsel otoriteler tarafından destek bulamamışlardır.
Hayatın başlangıcı teorilerinin zorluklarını inceleyen Robert Shapiro, protenoid efsaneleri hakkında şunları söylemektedir ;
"Protenoid teorisi, Stanley Miller ve diğerlerinden sert eleştiriler almıştır. Yaratılışçı Daune Gish'de bu eleştirilere katılmaktadır. Belkide hayatın başlangıcı teorilerinin hiç birinde, evrimciler ve yaratılışçılar arasında böyle bir görüş birliğine ratlanılmamıştır,
Çünkü her iki tarafta Sydney Fox deneylerine karşı çıkmaktadırlar."
[Robert Shapiro/ "Yer Yüzünde Yaşamın Yaratılışına Karşı Şüpheler Klavuzu"/s.192/1986]
Şunu belirtmek gerekir ki protein özelliğinde bile olmayan ve kimyasal reaksiyonları katalizleme yeteneğinden yoksun protenoidlerin sentezi için bile gelişmiş laboratuvar cihazları kullanılmıştır. Günümüzde artık yapay proteinlerde üretilmektedir ancak tüm bu sentez işlemleri, canlı hücrelerinden ekstre edilen yardımcı enzimler vasıtasıyla ve hassas laboratuvar cihazları yardımıyla yürütülebilmektedir.
Bugünlerde bilim adamları artık aminoasit ve protein sentezi için uğraşmıyorlar. Çünkü her deneyin sonunda ya kötü kokulu gazlarla yada deney tüplerinin etrafında biriken ağır katransı maddelerle karşılaşacaklarını iyi biliyorlar.
Protenoid, amino asitlerin karmaşık bir şekilde bağ yapmasıyla oluşur ve gerçek bir protein değildir. Katalizör etkisi yani kimyasal reaksiyonları tetikleme gibi bir fonksiyonlarıda yoktur. Bu durumda proteinlerin prebiyotik bir ortamda oluşmaları imkansız olduğundan dolayı meydana gelmeleri salt olasılıklara bağlıdır.
Bir protein ilkel dünyada ancak olasılıklarla oluşabilir. Çünkü proteinler, doğa koşulları altında kendilerini meydana getiren amino asitlerin ancak doğru dizilim ve doğru sayıda belirli konfigürasyonlarda bağ yapması ile oluşabilirler. Proteinin meydana gelmesi meselesini dahada içinden çıkılmaz hale getiren problem ise bir proteinin oluşturulması sırasında onlarca yardımcı proteinin yani yüzlerce enzimin devreye girmesidir. Bu enzimlerden biri olmadığı takdirde sentezlenecek enzim, görevi olmayan başka bir enzime dönüşmekte, bu durum ise biyokimyasal reaksiyonların arap saçına dönüşmesine neden olmaktadır. Mesela AMP sentezi için toplam 13'ün üzerinde enzim ve bir o kadar sayıda aktivatör iş görür. Bu sayıda aracı molekülün çalışması kimyasal mekanizmaların indirgenemez karmaşıklığını ortaya koyar. (Bkz. Kompleks
Sistemler-II sayfası)
Gelelim tesadüfi proteinlerimize. Bir proteinin oluşma olasılığı, içerdiği amino asit sayısına göre değişir. En yüksek olasılıkla 20 üzeri 105 dir.Yani 20 rakamını yan yana 105 kere çarpmak gerekecektir. Bu kadar astronomik bir rakamın yanında bir amino asitin oluşma olasılığı 0 sayılacak kadar düşüktür. Yanlızca 105 amino asitten oluşan proteinin tesadüfen oluşması için galaksiler arası uzayın amino asitlerle doldurulduğunu farzetsek bile bir tek yararlı proteini oluşturmak için gereken zaman kainatın yaşından bile çok fazla olmak zorundadır. Fakat ortaya yararlı bir protein çıkması halinde bu protein tek başına hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Diğer enzimlerin yani sözünü ettiğimiz 2900 ün üzerindeki enzimin de oluşma olasılıkları en az 20 üzeri 105 de / 1 kadardır. O halde 20 üzeri 105 rakamını 2900 kere kendisiyle çarpmak gerekecektir.
Bunun anlamı ise açıkça "0"dır. Bir proteinin tesadüflerle oluşabilmesi matematiksel manada imkansızdır.
Hoimer Won Ditfurth Alman bir Nörofizyoloji profesörüdür. Kendisi, insan Sitokrom-C enziminin, maymunların yapısındaki Sitokrom oksidaz enzimine olan benzerliğini göz önüne alarak evrime delil teşkil ettiğini savunmaktadır. Ancak proteinlerin prebiyotik ortamda ilkel canlılar açısından meydana gelmesinin ne derece imkansız olduğunu şu sözleriyle dile getirir ;
"...sitokromları evrime delil olarak gösteriyoruz ancak sitokromların tesadüferle oluşma olasılığı 20 üzeri 104 dür (stoktromda 104 amino asit vardır.). Bu rakam, sitokrom madalyonunun diğer yüzüdür. Problem yanlızca sitokromla sınırlı değildir. Sitokromun sentezi sırasında iş gören onlarca enzimin tesadüflerle oluşma olasığı için aynı rakamlar geçerlidir. Bu proteinleri oluşturmak için dünyanın her tarafını amino asit deniziyle (ilkel çorbayla) kaplasaydık, yinede bir tek Sitokrom-C proteinin oluşması için geçecek olan zaman, evrenin yaşının çok üzerinde olacaktı. O halde hayat, ancak bir kereye mahsus olmak üzere mucizevi bir şekilde ortaya çıkmalıydı."
[Dinazorların Sessiz Gecesi/1.cilt / s.260 ve sonrası/1974-Hamburg]
Bu rakamlar bir proteinin tesadüflerle oluşma olasılığına küçük bir örnekti yanlızca. Ancak ortada gözükmeyen iki ağır misafirimiz daha var.DNA ve RNA !
Biliyoruzki hücredeki DNA bilgi bankası her biri 300 sayfalık 1000 cilt kitaba eş değerdir. O halde tesadüfen oluşan nükleotidlerin tam o anda, aynı ortamda ve olması gereken sıralamada bulunması gerekir. En ilkel canlı olan bakterinin DNA sında yaklaşık 15.000 tane nükleotid çifti vardır (insanda 3 milyar çifti bulmaktadır).DNA ve RNA nın yapıtaşlarından bir taneside AMP (Adenin-1-fosfat) molekülüdür. Bu molekülün hücrede nasıl sentezlendiğini öğrenmek isterseniz "Kompleks
Sistemler-II" sayfasına bakınız.
Nükleotidlerin tesadüfen ve doğru şekilde sıralanması için gereken olasılıklar, moleküler düzeyde " İmkansız " kelimesini bile aciz bırakmaktadır. Bakteri DNA sının 15.000 nükleotid çiftinden meydana geldiğini belirtmiştik. Ancak bu nükleotidlerin doğru şekilde sıralanmaları için gereken olasılık ise 4 üzeri 15.000 dir. Bu ise korkunç bir rakamdır. Nükleotidlerin o anda ilkel çorbada var olması tıpkı enzimler gibi tek başına bir anlam ifade edemeyecektir. Diğer enzimlerin ve yapıtaşlarının (enzimlerin işleyeceği substratlar, iyonlar, enzim aktivatörleri, glikoz, yağ asitleri vb. moleküller) ilkel çorbada var olduğunu farz etsek bile bu moleküller hiçbir zaman bir bakteri oluşturmak üzere organize olamayacaklardır. Ayrıca bu noktada ilginç bir "Yumurta-Tavuk" paradoksu karşımıza çıkar.
DNA ve RNA, molekülleri, kendilerini ancak enzimlerle kopyalayabilen moleküllerdir. Bu moleküller, yardımcı onlarca enzim (DNA ligaz, DNA polimeraz, Dnaz, Ribonükleaz, Helikaz, Topoizomeraz ailesi, DNA ya bağlı RNA polimeraz vs.) sayesinde kendilerini kopyalayabilir. Ancak bu enzimlerin kendileri ise DNA da şifrelenmiştir. O halde ilkel çorbada ilk önce hangisi var olmuştur ?.DNA - RNA ve yardımcı enzim ailesini birbirinden ayırmak olanaksızdır. Her birinin tesadüfen oluşma olasılıkları ise astronomik boyutlardadır. DNA-RNA ve yardımcı enzimlerin ilkel çorbada bir arada bulunması için gereken olasılıkları ise buraya yazmak mükün değildir.
Bu konularda uzman olan iki ünlü bilim adamı Gerald Joyce ve Leslie Orgel, ilkel çorbada ortaya çıkıp kendi kendini kopyalamaya başlayan RNA paradoksunu şöyle dile getirmişlerdir ;
"Bu tartışma aslında bir anlamda "çöp bir adam" üzerine yoğunlaşmıştır. Bu kendi kendini kopyalayan RNA efsanesinde, nükleotidlerin bulunduğu bir karışımdan RNA molekülü aniden ayrılmıştır. Biyokimya biliminin şimdiki değerlendirmelerine göre böyle bir yaklaşım tamamiyle gerçek dışıdır.
Ayrıca RNA nın kataliz yeteneklerinin inanılmaz derecede abartılması anlamına gelirki, bu da pek inandırıcı olmaz.evrim söz konusu olmadığında bir ribozomun kendi kendine var olabileceğine inanabiliriz, ancak önceden hiçbir yerde kendi kendini koplyalama işlemi var olmadan bir ribozomun bunu yaptığını evrime dayandırarak açıklamak mümkün değildir."
[G.F.Joyce ve L.E.Orgel / "RNA Dünyasının Kökenini Kavrama Ümitleri" -
s.19/1993]
Bu kadar tesadüflerle bu kadar imkansızlıklarla uğraşıp efsaneler ortaya atan evrimci bilim adamları için biyolog Lewis Thomas ın "Bir Hücrenin Hayatı" adlı kitabında yazdığı şu sözleri siz okuyuculara aktarmak istedim ;
"Yeni bir bilim dalı doğmuştur. "Biyomitoloji". Bu bilim dalı Biyoloji bilgileri ile efsanevi Mitolojik hikayeleri birleştirir. Bu alanda çalışan bilim adamlarına ise "Biyomitolog" denir!"
Sonuç olarak amino asit ve proteinlerin ilkel çorbalara çakan şimşeklerle meydana gelemeyeceğini, gerek biyokimyasal yollarla gerekse matematiksel olarak ispatlıyoruz. Bu yüzden ilkel çorbadan değil bir hücreyi, hücrenin yapıtaşı olan protein ve DNA-RNA ikilisini bile elde etmek mümkün değildir. Son yıllarda hücrenin yapıtaşlarının ilkel çorbada nasıl meydana geldiğini anlamak için yapılan deneyler durdurulmuştur.
Bakterinin Evrimi?
Bakteriler prokaryotlar sınıfına dahil edilirler.Bu canlıların vücutları tek bir hücreden oluşur. Ancak bu tek bir hücreden oluşan vücudun içinde hiç umulmadık devasal bir dünya vardır.Öyleki kompleks sistemler sayfasında anlattığımız birkaç örnek, bakteri içerisinde cereyan eden biyokimyasal reaksiyonların yanında toz tanesi kadar kalır.
Bakteriler genellikle dış ortamda serbest halde bulunan molekülleri yapılarına alarak beslenirler.Bu molekülleri, ortamda oksijenin bulunması ve bulunmaması halinde iki yoldan parçalarlar.Birincisi oksijenli solunum (aerobik solunum) dur, ikincisi ise oksijensiz solunum (anaerobik solunum) dur.Her iki halukarda da bakteri içerisinde son derece karmaşık katabolik ve anabolik reaksiyonlar gerçekleşir.
Örneğin dışarıdan alınan tek bir glikoz molekülünün bakteri metabolizmasında nasıl parçalandığını gösteren bir şema "Biyokimya-I" sayfasnda mevcuttur (Tam reaksiyon şeması linkine tıklayınız).Bu şemadaki reaksiyonlar, AMP sentez reaksiyonlarında izlenen yolun bir benzeridir (AMP sentezi için
Bkz. "Kompleks sistemler-II" sayfası) ve indirgenemez kompleksliğe sahiptir.Bu örnekler, bakteri metabolizmasının karmaşıklığını gösteren küçük birer ayrıntıdır.
Evrim teorisine göre, yer yüzünde prebiyotik ortamarda ilkel çorbalara çakan şimşekler ve U.V. ışınlarının etkisiyle nükleotidler, proteinler ve diğer tüm metabolitler (organik moleküller) meydana gelmiş ve meydana gelen bu moleküller, bir arada toplanarak bakteriyi vücuda getirmişlerdir.Bakteri metabolizması ise milyarlarca yıllık bir süreç içerisinde yararlı mutasyonlar ile ökaryotik canlıları, ökaryotik canlılardan da yüksek organizasyonlu canlılara evrimleşmiştir.
Kompleks sistemlerin uzun süreli aşamalar neticesinde meydana gelmesinin mümkün olmadığına değinmiştik.Bu bölümde ise ilkel bir bakterinin evrime karşı teşkil ettiği engelleri göreceğiz.
Kısa Bilgi; Bakterilerin nukleus ve diğer organelleri bulunmaz.Buna karşın tek halka yapılı bir DNA zincirleri vardır ve sitoplazma içerisinde serbest dolaşır.Bu halka DNA da en az 15.000 nükleotid çifti vardır.Ancak amip, terliksi hayvan ve diğer tek hücreli ökaryotların gen mekanizmaları bakterininkinden çok daha karmaşıktır.Bu yüzden günümüze kadar elde edilen DNA mekanizmalarıyla ilgili bilgilerin hemen hemen tamamı prokaryotlar üzerinde yapılan çalışmalar sonucu elde edilmiştir.Ökaryot DNA mekanizmaları hakkında bilinenler çok daha azdır
Çünkü yapıları baş döndürücü derecede komplekstir.
DNA ve Evrim;
Bakterilerde bulunan bu 15 bin nükleotid çiftinin çoğu gen anlatımında rol oynar.Gen anlatımı demek, genlerinin her birinin protein şifrelemesi demektir.Ancak bunun yanında protein sentezinde rol almayan fakat başka fonksiyonlara sahip genlerde mevcuttur.
Bir proteinin tesdüflerle meydana gelme olasılığından bahsetmiştik.Bakteri içerisinde, glikoliz reaksiyonlarında ve anabolik reaksiyonlarda rol alan binlerce protein bulunur.Bunun yanında bakteri evrimin karşısında duran daha büyük bir problem ise aktivatör moleküllerdir (Gerçekte aktivatör moleküller her hücrenin evrimi için ayrı bir problem teşkil ederler)
Aktivatör moleküller bir enzimin çalışması için enzimle kompleks oluşturan özel moleküllerdir (örneğin NADH, FAD, plastokinon ve vitaminler gibi). Bu moleküller enzimi aktive eder ve enzimin gerekli reaksiyonları katalizlemesini sağlar. Eğer bu moleküller olmasaydı enzimlerin aktif hale geçerek reaksiyonları katalizlemesi mümkün olmayacaktı.
Bu noktada ikici bir " Yumurta - Tavuk " paradoksu karşımıza çıkmaktadır.Yukarıda bahsettiğimiz aktivatör molekülleri organik moleküllerdir ve ancak canlı organizmalar tarafından sentezlenebilirler. Bu moleküllerin ilkel çorba içerisinde DNA ve enzimlerle birlikte aynı anda, aynı mekanda tesadüflerle oluştuğunu düşünmek ise
"Alice harikalar diyarında" gezinmek anlamına gelir. (Harikalar diyarında gezmek isterseniz, Kompleks
Sistemler-II" sayfasındaki "Kanımdaki Askeri Birlik" bölümüne göz
atabilirsiniz.)
Asıl konumuz DNA ya geliyoruz;
Bakteri DNA sında bulunan 15.000 çift bazın sıralamasında bir mutasyon meydana gelmesi halinde o bakteri ölür. Bakteri mutasyonları üzerine binlerce deney yapılmıştır. Bu deneylerde yapay olarak oluşturulan mutasyonlarla bakterinin ilave bir yapı kazanıp kazanamayacağı umuluyordu.Ancak hiçbir zaman deneylerin sonucu pozitif olmadı.Bakteri mutantları, DNA larında meydana gelen bir mutasyon sonucunda gen anlatımını yanlış olarak yapar.Bu durum, üretilecek enzimin uygun olmayan üç boyutlu hale gelmesine neden olur.Yanlış enzim demek, katalizlenecek reaksiyonların o noktada tıkanması demektir.Canlı organizmalar, buna benzer durumlara tolerans gösteremediği için hasar görürler.(Örneğin Hemofili hastaları).Bakteri ise tek bir hücreden ibaret olduğu için sonuç ölümdür.Mutant bakteriler ancak yardımcı enzimlerin dış ortama ilavesiyle yaşamlarını sürdürebilirler ki bu işlemler laboratuvar ortamında gerçekleştirilir.
Bakterinin DNAsını, 15.000 bin kutucuktan oluşan cevap kağıdına benzetebilirsiniz.Bakterideki bu cevap kağıdı (yani DNA), hiç yanlışsız bir biçimde işaretlenmiş demektir.Eğer bu cevap kağıdında belirli şıkların yerlerini değiştirecek olursanız meydana gelecek yeni düzende, bütün seçeneklerin doğru olması olasılığı kesinlikle 0'dır.Eğer cevap kağıdında kaydırma yaparsanız yine tüm seçeneklerin doğru olma olasılığı 0'dır.
Sözünü ettiğimiz kaydırmalar ve şıkların yerlerini değiştirme benzetmeleri, mutasyonlara örnektir.Çoğu gen anlatımına katılan (yani doğru seçenekteki) DNA nükleotidleri, bu yüzden hiçbir şekilde mutasyonlara tolerans gösteremezler.
Aşamalı evrim senaryolarına göre bakteriler, meydana gelen bir mutasyon neticesinde ilk olarak kamçılara sahip olmuşlar, ardından nukleus, mitokondri, endoplazmik retikulum gibi son derece kompleks organellere sahip olmuşlar, böylece ökaryotik bir hücreye evrimleşmiştir.Tüm bu senaryoları hayalde kurgulamak çok rahattır, ancak moleküler düzeyde bu evrim basamaklarını kurgulamak imkansızdır.(Bakteri kamçısının evrimi için
Bkz. "Kompleks Sistemler-I" sayfası).
Not:
Mutasyona uğrayan bakterilerin ölmesi doğal seleksiyona bir örnektir.Ancak doğal seleksiyonun canlıların evriminde her hangi bir rolü yoktur.Çünkü seleksiyon mekanizması ile hasta canlıların ölmesi ve yok olması söz konusudur.
Antibiyotiklere Karşı Direnç = Akıllı Tasarım
1970'li yıllarda, vücudu enfekte eden mikroorganizmaların bir yolunu bulup, tedavi amacıyla kullanılan antibiyotiklere karşı koydukları tespit edilmiştir. Bu durum tedavi için büyük bir problemdir ve bakterinin ilaçlara karşı gün geçtikçe daha da dirençli hale gelmesine neden olur.
Bakterilerin antibiyotiklere direnç kazanması, birçok bilimsel otorite tarafından evrime delil olarak gösterilmiştir. Çünkü bir bakteri populasyonuna antibiyotik verilmesi halinde bazı bakteriler yaşamını sürdürmekte, bazıları ise bir çok nesil daha yaşamını devam ettirebilmekteydi.Bu durum halen bazı bilim adamları tarafından evrime delil olarak görülse de artık bilimsel otoritelerde destek bulmamaktadır.
Tahmin ediyoruz ki bakterinin nasıl olupta antibiyotiklere karşı direnç kazandığını öğrendiğinizde hayranlığınızı gizleyemeyeceksiniz.
Bakteriler vücuda girdiklerinde belirli organlara göç ederek enfeksiyonlara neden olur.Enfekte olan organlardan bakterileri temizlemenin bir yolu ise antibiyotik denen kimyasallardır.Ancak bakteriler bir tür mekanizma ile kendilerini antibiyotiklere karşı mükemmel bir şekilde koruyabilirler.
Direncin kazanılması şu şekilde gerçekleşir.
Bir antibiyotik molekülü bakteriyle karşılaştığında, bakterinin duvarından bazı molekül pompaları vasıtasıyla sitoplazması içerisine alınır.Ancak bazı bakteriler içlerine giren antibiyotiğe karşı hemen pes etmezler.
Bir bakterinin DNAsında SABAH - ANKARA'YA - GİDECEĞİM şeklinde bir gen dizisi olsun.Ve bu gen dizisi, bir çeşit proteini şifreliyor olsun.Bakterinin içerisine giren antibiyotik bu genler üzerinde bir tür uyarıcı etki yapar.Bu uyarıcı etki, genlerin SABAH - DFGRH - ANKARA'YA - HYRUDJU - GİDECEĞİM şeklinde organize olmasını sağlar.
Peki bakteri bunu yapmakla neyi amaçlamıştır ?
Bakteri genlerini bu şekilde organize ederek daha önceden yapısında bulunmayan yeni bir protein üretir. Bu protein derhal hücre zarına doğru göç eder ve zar üzerinde özel bölgelere yerleşir. Protein zarda öyle bir şekilde konumlanır ki artık protein, bir tür molekül pompası halini alır.Yukarıda değindiğimiz, zar üzerinde bulunan ve antibiyotiği sitoplazma içerisine alan molekül pompalarının aksine, bu yeni pompa ters yönde çalışarak antibiyotiği sitoplazmasından dışarı atar.
Bakteri bununlada yetinmez, SABAH - DFGRH - ANKARA'YA - HYRUDJU - GİDECEĞİM geninin bir kopyasını çıkarır ve ortama salar "sizde alın arkadaşlar" der gibi. Bu yeni gen kopyasını alan diğer bakteriler derhal bu geni DNA larının belirli bir bölgesine ilave ederler ve kendileride bu özel protein-pompayı üretirler.Böylelikle karşılaşılacak olası bir antibiyotiğe karşı önlem alınmış olur.Bakterinin böyle bir mekanizma ile antibiyotiğe karşı önlem alması halinde, artık antibiyotik hiçbir işe yaramaz.
Oldukça zekice planlanan bu mekanizma, evrim değil, mükemmel bir savunma mekanizmasıdır. Bu mekanizmanın bir benzeri insan B - Lenfositlerinde de vardır. B-Lenfositler, vücuda giren yabancı bir ajanla daha önce hiç karşılaşmamış olsalar bile o ajana karşı bakterideki savunma mekanizmasına benzer bir yöntemle antikor (özel bir protein) üretirler, ve bu antikorlarla bakteriyi sararak, yardımcı yok edici hücreleri cezbederler.
Değil bakterinin yapısındaki bu mükemmel baş döndürücü karmaşık sistemler, hareket mekanizmasında rol alan flagellaların (kamçıların) yapılarının bile evrimsel bir süreç içerisinde aşamalarla meydana gelmesi imkansızdır.Böyle bir durumda bakteri vücudunun içerisinde cereyan eden olağan üstü sistemlerin ilkel çorbadan tesadüflerle ortaya çıktığını söylemek, bilimsellikten uzaklaşmak olur.
Prokaryotların son derece kompleks yapılara sahip olması ve biyokimyasal açıdan ilkel çorba senaryolarıyla açıklanamayacağı gerçeğinin anlaşılması üzerine, biyokimya alanında uzman bir bilim adamı olan Klaus Dose itirafını şu şekilde dile getirmiştir ;
"Hayatın kimyasal ve moleküler evrimi alanında yapılan deneylerin tamamı, hayatın nasıl başladığına dair problemleri çözmek yerine içinden dahada çıkılmaz hale getirmiştir. Girdiğimiz her yol ya
bir açmazda son buluyor yada başarısızlığını itiraf ediyor..." [Klaus Dose / Yaşamın
Kökeni: Cevaplara Karşı Artan Sorular" / s.348 - 1988]
|