Eğer hücre üzerine araştırmalarınızı derinleştirirseniz, yalnızca hücre zarının
bile oldukça karmaşık sistemlere sahip olduğunu keşfedebilirsiniz.
Bizlere verilen hücre bilgileri kısaca hücre zarı, mitokondri, endoplazmik retikulum ve nukleus'u kapsayan klasik bilgilerdir. Bu sayfada hücrenin birkaç organel ile birlikte mikroskopik
boyutlarına karşın akıl almaz karmaşık yapılarını özetlemeye çalışacağım.
Doğadaki tüm canlılar hücrelerden oluşmuştur. Tek hücreli olsun çok hücreli olsun her canlının yapısının temelinde hücre vardır. Bir bakteri veya bir Alg'in vücutları
yalnızca bir hücreden oluşmasına karşın bir kedi, köpek,koyun vs. diğer tüm canlıların vücutları ise birden fazla hücreden oluşurlar. Bu hücreler birbirleriyle sürekli br
işbirliği içerisindedirler ve aralarında sürekli bir madde veya hormon alış
verişi hüküm sürer.
Hücre yapı itibariyle basit gibi görünse de derinlerine inildikçe kompleksliğin boyutları artmaktadır. Örneğin hücreyi kuşatan zarın yapısı ışık mikroskoplarında çok yalın bir yapıya sahip gibi gözükür fakat
yalnızca hücre zarının içerisinde bile akıl almayacak derecede kimyasal olaylar cereyan eder. Mesela zarda iyon pompalarından kimyasal reseptörlere, yardımcı proteinlerden enzimlere kadar hemen her yapı iş görmektedir.
Nitekim hücre zarının çalışma mekanizmaları üzerine halen açıklık kazanamamış ve
teoriler üretilen karanlık noktalar vardır.
Hücreyi ele alırken en dıştan en içe doğru yapıları teker teker ele alacağız. Yani hücrenin en uç bölgesi olan Membran (zar)'dan en iç bölgesi olan Nukleolus'a
kadar her yapıyı teker teker ele alarak açıklamaya çalışacağız.
Hücre zarının yapısı en basit olarak Fosfolipit adı verilen bir tabakadan oluşur. Bu tabakanın kalınlığı her hücre için farklı olmasına karşın ortalama kalınlığı 8-10 nm'dir (Nano metre metrenin milyarda biridir). Aşağıdaki şekilde de gördüğümüz gibi fosfolipit
tabakası birbirlerine sırt sırta dayanmış molekül gruplarından oluşmaktadır.
Altın rengindeki bilyeler proteinlerdir. Bu moleküller biyokimyasal özellikleri itibariyle sulu ortamlara yaklaşma eğilimi gösterirler.
Suyu seven moleküllere ise "Hidrofilik "denir.
Bu moleküllerin hemen altında bulunan ve karşı karşıya gelmiş ipliksi moleküller ise yağ molekülleridir.
Yağ molekülleri ise suya yaklaşma değil kaçma eğilimi gösterirler.
Suyu sevmediklerinden dolayı bunlarada "Hidrofobik "denir.
Zarda aynı zamanda kolestrol, zar proteinleri, reseptörler, karbonhidratlar, iyon pompaları ve enzimler iş görür. Kolestrol molekülleri protein - lipid tabakadaki sırt sırta vermiş molekülleri birbirine bağlamada iş görür.
Zar proteinleri ise bazılar iyonları transfer etmede görev görürken bazılarda
zarın üzerinde bulunan karbonhidrat moleküllerine yataklık yapar.
Şekilde mavi renkle gösterilmiş yapılar zar proteinleridir ve bu proteinlerin içlerinde kanallar bulunup zarın seçici geçirgen özelliğini belirler.
Çünkü protinlerin içlerindeki bu kanallardan hücrenin isteğine göre ya madde alınır yada dış ortama madde verilir. Dikkat ederseniz bu proteinler zarın bir tarafından diğer tarafına kadar uzanır.
Bu proteinlere "İntegral protein "adı verilir. Fakat zarı delmeden yazlıca yüzeylere tutunan proteinlerde vardır.
Bu tip proteinlerede "Periferal (yüzeysel) protein" adı verilir.
Zar proteinlein görevlerini kısaca özetleyelim;
Molekül transferlerinde görev alırlar. Zarın yapısını kuvvetlendirerek elastik bir yapı kazandırır. Zar üzerinde kesiklikler yaparak zarın üzerinde porları
oluştururlar. Biyokimyasal reaksiyonlarda enzim olarak iş görürler.
Bunun dışında zardaki proteinlerin ve iyon pompalarının nasıl çalıştığı
üzerinde fizyolojik çalışmalar halen devam etmektedir. İyon pompalarının çalışması ise tıpkı bir karınca gibidir.
Bir molekülü tutarak diğer tarafa taşırlar ve bu işi hiç durmaksızın yaparlar.
Şekilde, hücre zarının enine kesitini görmektesiniz. Zarın içinde moleküllerin bir taraftan diğer tarafa transferini sağlayan taşıyıcı molekül görülüyor. Bu moleküller, taşınması zor olan ve difüzyon (yayınma) yoluyla geçemeyen büyük molekülleri ATP enerjisi kullanarak hücre içerisine veya hücre dışarısına taşırlar.
Bu molekül pompalarının, kalınlığı yalnızca 8-10 nm olana zarın içerisinde
kusursuz bir biçimde çalışması ise insanı adeta hayranlık içerisinde
bırakmaktadır.
Hücrenin zarı oldukça elastik bir yapıya sahip olup hücrenin büyümesine paralel olarak yüzeysel bir genişleme gösterir. Hücrenin %75'lik bir kısmını ise su oluşturur.
Hücre zarı bu bakımdan sitoplazma ve organellerin dağılmaması açısından oldukça
mühim bir görev üstlenmiştir.
Yukarıdaki ilk şekilde hücre zarı üzerinde yeşil renkli boncuk dizisine benzer yapılar görülmektedir. Bu moleküller
"Karbonhidrat "molekülleri olup yan yana dizildiklerinde hücre zarının dış yüzeyinde ikinci bir örtüyü meydana getirir.
Bu örtüye ise "Glikokaliks "adı verilir.
Glikokaliks'in, hücre zarının iç yüzeyi ile dış yüzeyi arasında bir gradiyent
farkı oluşturarak kimyasal taşıma ve reaksiyonların meydana gelmesi açısından
önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Hücre İskeleti:
Hücrenin % 75 ' lik kısımının su olduğunu belirtmiştik.
İçerisinde bu kadar fazla miktarda su ihtiva eden bir yapının dağılmadan ayakta
durabilmesi, hücre içerisindeki iskelet ve tıpkı kaslar gibi hareket eden bir
tür sistem sayesinde mümkün olmaktadır.
Hücre içerisinde sistematik olarak yerleşmiş olan "Mikrotubul "ve "Mikroflament
"ler hücre iskeletini meydana getiren ana unsurlardır.
Mikrotubuller düz yapıdadırlar ve dallanma göstermezler. Kalınlıkları ise 20-25 nm arasında değişir. Mikrotubuller resimde çok basit birer çubuk gibi görünürler fakat iç kısımları oldukça karmaşıktır.
Mikrotubullerin belli başlı görevleri ise sentriyollerin, sillerin ve kamçıların yapısal unsurlarını oluşturmaları şeklinde sıralanabilir. Bunlardan başka kan pulcukları ile daha birçok hücrede iskelet sistemini oluştururlar.
Sinir hücrelerinde ise materyal transferinde iş görürler.
Birinci mikroflamentimiz "Aktin" adı verilen bir çeşit protein taşır. İkinci mikroflamentimiz ise
"Miyozin" adı verilen diğer bir çeşit proteini ihtiva eder. İçerdikleri
proteinlerle birbirinden farklılaşmış bu mikroflamentler, mekaniksel ve kimyasal
etkileşimlerle birbirleri üzerinde kayarak içinde bulundukları kas hücresinin
hareketini sağlarlar.
Mikroflamentler aynı zamanda hücre zarının endositoz ve ekzositoz hareketlerini
sağlayarak kese oluşturma yöntemiyle hücre içerisine büyük moleküllerin
alınmasını sağlarlar. Organeller:
Hücre içerisinde herbiri birbirleriyle etkileşim içerisinde bulunan birçok organel ve bu organellere yardımcı unsurlar vardır.
Fakat bu organeller gerek sayı olarak gerekse yapı olarak hücreden hücreye
farklılık gösterebilir.
Biz en temel olarak bitki ve hayvan hücresini karşılaştıracağız.
Hayvan hücreleri ile bitki hücreleri yapı itibariyle pek fark göstermeselerde
organel büyüklükleri, sayıları ve fonksiyonları bakımından farklılık
gösterirler.
Şekildede görüldüğü gibi nukleus hücrenin ortasında konumlanmıştır. Bundan başka hayvan hücrelerinin dış yüzeylerinde çeper yoktur. Çeper
yalnızca bitki hücrelerine mahsus bir yapıdır.
Genel olarak bakıldığında hücre içerisinde organellerin oldukça homojen
dağıldıkları farkedilebilir.
Bitki hücresinin en dış tarafında membrana ilave olarak kalın bir yapıya sahip
"Selüloz çeper" görülmektedir. Çeper bitki hücresini hem dış ortamlardan korur hemde hücreye sertlik verir.
Bu yüzden bitki hücreleri hayvan hücreleri kadar esnek değildir.
Ayrıca bitki hücresinde "Vakuol "oldukça büyüktür.
Vakuol esas olarak depo organı olarak iş görür ve yüksek miktarda su içerir.
Mesela fotosentez reaksiyonları sonucunda elde edilen nişasta, karbonhidrat ve
diğer besin maddeleri vakuolde depo edilir.
Bitki ve hayvan hücreleri arasında organeller dışında biyokimyasal farklarda vardır. Mesela bitki hücresinde fotosentez için gerekli olan
"Klorofil" molekülü mevcuttur. Ve yine bitki hücrelerinde polisakkaritler nişasta halinde depo edilirler. Hayvan hücrelerinde ise polisakkaritler
"Glikojen" şeklinde depo edilir ve hayvan hücrelerinde klorofil molekülü bulunmaz.
Bu yüzden hayvanlar fotosentez yapamazlar.
İlk organelimiz "Endoplazmik retikulum". Endoplazmik Retikulum:
Endoplazmik retikulum hücre içerisinde madde iletimini sağlayan boru ağı gibi iş görür.
Hücreyi bir şehir gibi düşünürseniz endoplazmik retikulumu da bu şehrin su
borusu şebekesi gibi düşünebilirsiniz.
Endoplazmik retikulum hemen hemen tüm hücrelerde bulunur. Fakat hücreden hücreye yapısal olarak farklılık gösterebilir.
Örneğin bazı hücrelerde yassı kese şeklinde olmasına karşın diğer bazı
hücrelerde ise tubular (boru şeklinde) bir yapı gösterebilir.
Şekildede gördüğünüz gibi endoplazmik retikulumun bir kesiti
görülmektedir.
Şekilde gösterilen endoplazmik retikulum granüllü bir yapıya sahiptir. Yani üzerinde
Endoplazmik retikulumun üzerinde garnül yani "Ribozom" bulunmayan tipleri de vardır. Böyle organellere de kısaca DER (Düz yüzlü ER) denir.
Bazı hücrelerde DER ile GER yan yana konumlanırlar ve birbirleriyle
bağlantılıdırlar.
DER ile GER çeşitli hücrelerde farklı olarak oranlanmıştır. Mesela pankreas ve kan hücrelerinde GER daha baskın bulunurken, adrenal korteks gibi hormon tabiatlı sıvı salgılayan bezlerde ise DER daha baskın bulunur. Buna karşın DER ve GER ' in eşit oranda yer kapladığı hücrelerde vardır.
Örneğin karaciğer hücresi gibi.
Hücrenin nasıl ki çevresini kuşatan bir zarı var ise hücre içerisindeki her organelin de çevresini kuşatan kendine özgü bir birim zarı vardır.
Şekilde endoplazmik retikulumun kıvrımlı yapısı göz önüne alınarak zarların
hangi tarafının göründüğü belirtilmiştir.
Kahverengi ile boyalı bölge, endoplazmik retikulum zarının dış yüzeyini temsil
etmektedir.
Yani zarın bu bölgesi, içinde bulunduğu sitoplazmaya bakarken, mor ile boyalı
bölge endoplazmik retikulumun iç tarafına yani "Matrix"ine bakmaktadır.
Üzerinde ribozom bulunan endoplazmik retikulum, ribozom tarafından üretilen proteinleri kendi bünyesine alır. Burada proteinler işlenerek fonksiyonel yapısına kavuşturulur. Örneğin üretilen protein bir enzim haline getirilecekse, protein, endoplazmik retikulum içerisinde işlendikten sonra hücrenin değişik yerlerine transfer edilir.
Bundan ayrı olarak diğer materyaller, iyonlar ve besin maddeleri de hücrenin
gerekli yerlerine endoplazmik retikulum ile taşınırlar.
Organelimiz bundan ayrı olarak şimdi göreceğimiz "Golgi" aygıtına da biyokimyasal materyaller gönderir.
Fakat bunu kanallarla yapmak yerine "Transfer vesikülleri" ile gerçekleştirir.
Golgi Aygıtı:
Şekli, ardışık olarak sıralanmış keselere benzeyen
golgi aygıtı, endoplazmik retikulumla bağlantılı olarak vesikül üretmekle
görevli bir organeldir.
Golgi aygıtı esas olarak 3 bölgeden oluşur. Bu organel nukleusa yakın bölgelerde konumlanmış olup nukleusa yönelik olan kısımı
"Olgun bölge", hücre zarı tarafına bakan kısım ise "Oluşma bölgesi" adını alır.
Ortadaki bölge ise geçiş bölgesidir.
Şekilde bir golgi aygıtının kısımları net olarak gözüküyor.
En alttaki kısımlar yukarıdaki bölgelere göre daha ince olup "Oluşma bölgesi"ni temsil etmektedir. Yukarıdaki kısımlar ise kenarları kalınlaşmış bir yapıya sahiptir ve "Olgunlaşmış bölgeler"i temsil etmektedirler.
Ribozomlar tarafından üretilen ve endoplazmik retikulumda biriktirilen
polipeptidler (proteinler) daha sonra geçiş vesikülleri ile golgi aygıtına
ulaşırlar (şeklin en altındaki serbest vesiküller).
Golgi aygıtına ulaşan polipeptidler, hücre tarafından üretilen polisakkaritlerle (şeker molekülleri) ile etkileşim içerisine girerek golgi aygıtı içerisinde bir seri işleme tabi tutulur. Bu seri işlemler devam ederken, moleküller golgi aygıtının olgun bölgesine yani şeklin üst bölgesindeki keselere doğru hareket ederler.
Ve nihayetinde golgi aygıtından kökenlenen bir zar vasıtasıyla sentezlenen salgı
veya sindirici enzimler vesikül halinde sitoplazmada serbest olarak yüzmeye
başlarlar.
Salgı vesikülleri, farklı hücrelerin ürettikleri farklı biyokimyasal özelliklere sahip maddeleri ihtiva ederler.
Bu biyokimyasal maddeler hormon da olabilir enzim de olabilir.
Sindirici enzim içeren vesiküllere ise "Lizozom" adı verilir. Lizozomların içerdikleri sindirici enzimlerin pH'ı çok düşüktür ve asidik yapıya sahiptir. İçerdikleri bu asidik tabiattaki sıvılarla hücre içerisine alınan besin maddelerini tıpkı midemiz gibi sindirmeye başlarlar.
Lizozomlar aynı zamanda hücre içerisinde fonksiyonlarını yitirmek üzere olan
yaşlanmış organelleri de bünyelerine alarak eritip yok ederler.
"Otoliz" adı verilen hücre intiharları da lizozomlar tarafından gerçekleştirilen bir olaydır. Bir canlı öldükten hücrelerin içerisinde bulunan lizozomların zarları parçalanır ve lizozom içerisindeki asidik enzim serbest hale geçer.
Serbest hale geçen enzimler bütün hücre organellerine etki ederek onları eritir
ve hücreyi yok eder.
Ölmüş bir hayvan cesedinin birkaç gün içerisinde çürüyüp kokmasının bir
nedenide budur. Ribozomlar:
Genetik sayfamızda üzerinde durduğumuz ribozomların
daha derinine inerek nasıl bir yapıya sahip olduklarını göreceğiz.
Ribozomlar her hücre içerisinde bulunan bir organeldir. Bakteri hücresinde hiçbir organel bulunmasa bile mutlaka ribozom vardır. Bunun nedeni ise enzim ve proteinlerin her hücre için mutlaka olması gerektiğidir. Dolayısıyla enzim ve proteinlerde ancak ribozomlar tarafından üretildiği için ribozom her hücrede mutlaka vardır.
Fakat sayı olarak hücreden hücreye farklılık gösterebilir.
Ribozomlar mikroskopla gözlendiklerinde küçük partiküller halinde görülürler.
Yalın gibi görünen bu partiküllerin bile fonksiyonlarını kusursuzca yerine
getirebilmeleri açısından uygun bir morfolojik yapıya sahip olması, hücre
içerisindeki dizaynı gözler önüne sermektedir.
Ribozomlar bildiğimiz gibi mRNA'yı okuduktan sonra doğru tRNA'yı mRNA üzerine yerleştirip protein sentezini gerçekleştiren organeldir. Fakat mRNA'yı okuma ve tRNA'yı yerleştirme işlemi hücre tarafından hassasiyetle yürütülen bir sentez işlemidir.
Ribozom ise üstlendiği bu hassas görevi mükemmel anatomik yapısı sayesinde
yerine getirir.
Şekilde biri büyük diğeri küçük iki adet ribozom "Alt birimi" görülmektedir. Bu alt birimlerin şekli bizim için oldukça anlamsız gibi gelse de protein üretimi için oldukça büyük önem taşır. Bu alt birimler bir araya gelip bağ kurduktan sonra
"Ribozom kompleksi"ni meydana getirirler
Ribozomlar RNA ve proteinlerden meydana gelirler. Ribzom üzerinde mRNA'nın bağlanacağı bir bölge bulunurki bu bölge mRNA'yı tanıyarak ribozoma tutunmasını sağlar. Ribozom aynı zamanda tRNA'yı da tanıyacak şekilde özelleşmiştir.
mRNA'nın ribozoma nasıl bağlandığını ve tRNA'ların ribozom üzerinde nasıl
konumlanıp protein sentezlediklerini bir şekille görelim.
İkinci şekilde, protein sentezini birinci tRNA ile başlatmış olan bir ribozom görülüyor. Proteini oluşturacak olan ilk amino asiti taşıyan tRNA ribozomun A bölgesine bağlanır.
Bağlanmadan hemen sonra ribozom mRNA'nın ikinci kodonunu (3'lü dizi) okumaya
başlar ve tRNA'yı P bölgesine doğru kaydırır.
A bölgesi böylelikle boşalmış olur (3.şekil). Ribozom böyle yaparak birinci amino asititn hemen arkasından gelen ikinci amino asit için yer açmış olur.
İkinci amino asit A bölgesine bağlandığında amino asitlerde yan yana gelecek ve
birbirleriyle bağ yapacaklardır.
Bu bağa "Peptid" bağı denir. Binlerce amino asitin bağlanmış haline ise "Polipeptid"
adı verilir.
İnsanı hayranlık içerisinde bırakan bu sistem yalnızca bununla da sınırlı değildir. Hücre, proteine çok fazla ihtiyacı olduğu zamanlarda derhal protein sentezini başlatır.
Fakat mRNA'nın okunup tRNA'ların okunan bu kodonlara göre bağlanması hücre için
hızlı bir işlem değildir.
Şekilde bir protein sentez aşamasının gerçek halini görmektesiniz.
Ribozomlar tıpkı bir boncuk dizisi gibi yan yana dizilmişlerdir. Biraz zor farkedilen mRNA ise bir ribozomdan çıkıp diğer bir ribozoma ardı ardına girmektedir. Resmin sağ tarafındaki protein zinciri sol tarafındaki protein zincirlerinden daha uzundur.
Çünkü mRNA ilk olarak en sağdaki ribozom tarafından okunmaya başlanmış ve ilk protein sentezi sağdaki ribozomlarda başlamıştır.
Buradan da anlaşılacağı gibi mRNA'nın ilerleme yönü sağdan sola doğrudur.
Hücre böyle bir mekanizma kullanarak birim sürede ürettiği protein zinciri
sayısını ribozom sayısı oranında artırmış ve zamandan tasarruf etmiştir.
Hücrenin zamandan tasarruf etmek için bu derece mükemmel bir sistem kullanması,
üstün bir güç tarafında yaratıldığını apaçık ortaya koymaktadır.
Sizler şu an bu yazıları okurken vücudunuzdaki trilyonlarca hücre bu kusursuz
mekanizma ile sessiz bir şekilde hiç durmadan protein üretmektedir.
Mitokondri:
Mitokondri, hücre için gerekli olan enerjinin üretildiği bir organeldir. Bu organel de tıpkı diğer organeller gibi birim zar ile çevrilidir fakat iç kısmındaki zar dıştaki gibi düz değildir ve kıvrımlar meydana getirir.
Bu kıvrımlara ise "Krista" adı verilir.
Mitokondri içerisinde cereyan eden kimyasal olaylar oldukça karmaşıktır.
Hücrede bulunan üç binin üzerindeki enzimlerden ayrı olarak mitokondri içerisine
yüzlerce enzim görev almıştır.
Şekilde görüldüğü gibi mitokondrinin iç tarafındaki zar oldukça fazla kıvrım yapmıştır.
Zarın bu şekilde kıvrılmasının nedeni, yüzey alanını genişleterek daha fazla
kimyasal reaksiyona yataklık yapmak içindir.
Mitokondrinin içerisinde özellikle fosforilasyon reaksiyonlarında ve elektron transfer zincirinde rol oynayan enzimlerin
sayısı çok fazladır. Mitokondri'nin en fazla ürettiği biyokimyasal molekül ise ATP dir. ATP hücrenin enerji isteyen basamaklarında kullanılan ve yıkıma uğradığı zaman yüksek kaloride ısı veren bir moleküldür.
Üretilen ATP daha sonra mitokondri zarından sitoplazmaya geçer ve gerekli
yerlerde kullanılır.
Şekilde bir bitki hücresine ait olan bu mitokondride, organelin membranına
yerleşmiş olan proteinleri ve oksidasyonda rol alan enzimleri görmektesiniz.
Bu enzimler belirli molekülleri yapılarına alıp okside edebilir veyahut bu moleküllerden H (+) iyonu koparabilirler. Koparılan elektron ve protonlar mitokondri matriksi içerisinde dolanarak kimyasal basamaklara girerler.
Şeklin sağ tarafında mitokondri matriksinden bir proton sitoplazmaya verilmekte,
aynı zamanda ADP (Adenin Di Fosfat)'ye bir fosfat daha bağlanarak ATP (Adenin
Tri Fosfat) meydana getirilmektedir.
Tabii burada gösterilen ATP üretimi, sentezin son basamağıdır. Gerçekte bir ATP üretmek için mitokondri içinde
çok çeşitli reaksiyonlar meydana gelir. ATP üretmek için kullanılan moleküllerden birisi de Glikozdur. Glikoz 6 karbonlu bir molekül olup (C6H12O6) mitokondri içerisinde 3 karbonlu piruvata kadar parçalanır. Piruvat oksijen varolduğu hallerde oksijenle tepkimeye girerek daha değişik maddelere indirgenir. Eğer ortamda oksijen yoksa okside olamaz.
Dolayısıyla önce "Laktat"a ve ardından "Laktik asit"e indirgenir.
Bizler koşarken eğer yeteri kadar nefes alamazsak, kandaki oksijen miktarı düşer. Kas hücrelerine ve hücrelerden de mitokondriye oksijen gelmediği zaman kaslarda piruvatın parçalanmasıyla laktik asit birikimi meydana gelir.
Laktik asit ise yorgunluğa neden olur.
Kanda yeteri kadar alyuvar bulunmazsa, hücrelere taşınacak olan oksijen miktarı düşer. Dolayısıyla spor yaptığınızda çok çabuk yorulursunuz.
Kanınızdaki alyuvar miktarını artırmak için yine doğadan bize sunulmuş ilaçlar
vardır.
Başlıcaları kırmızı üzüm ve pekmezdir. Nukleus (Çekirdek):
Adından da anlaşılacağı gibi nukleus hücrenin genellikle merkezinde konumlanmıştır.
Fakat vakuolu çok büyük olan bitki hücrelerinde nukleus vakuol ile hücre
duvarına sıkışmış bir vaziyettedir.
Nukleus yapısı itibariyle bir zar ile kuşatılmıştır. Bu zarda tıpkı hücrenin kendi zarındaki gibi porlar bulunur. Nukleusun içerisinde ise DNA içeren kromatin iplikçikler bulunur. Bu iplikçikler hücre bölüneceği zaman katlanmalar yaparak kromozomları meydana getirirler.
Nukleus genelde bir tane olmasına karşın bazı hücrelerde birden fazla sayıda
olabilir.
Nukleus'un içerisinde bulunan sıvıya ise "Karyolenf sıvısı" adı verilir. Sözünü ettiğimiz kromatin iplikçiklerde bu sıvının içerisinde yüzerler. Bu iplikler boyandıkları zaman üzerlerinde açık ve koyu renkte bantlar görülür.
Bu bantların açık veya koyu görünmesi, o bölgedeki genlerin aktif veya inaktif
olduklarını gösterir.
Kesitte, nukleusun üzerindeki porların birisinin yarısı (por kesiti) diğerinin tamamı (nukleus zar poru) gösterilmiştir.
Diğer kesitte ise nukleus zarının ayrıntıları gösterilmiştir.
Görüldüğü gibi nukleus zarıda iki tabakadan oluşmaktadır. Bu tabakalardan
birisi nukleusun içerisine diğeri ise sitoplazmaya bakmaktadır.
Nukleusun içerisinde "Nukleolus "(Çekirdekcik) bulunur. Nukleolusun etrafında ise bir zar yoktur yani nukleus içerisinde serbest haldedir. Yapılarında ise protein, RNA, fibrilller ve nukleusa bağlı kromatin iplikçikleri bulunur.
Yani kromatin iplikçikler normalde nukleus içerisinde bulunurlar fakat nukleolus
içerisine uzantılar yaparlar.
Nukleus, hücre içerisindeki tüm metabolik faaliyetleri kontrol eden beyin gibi bir organeldir. Örneğin hücrenin ne zaman dış ortamdan besin alacağı, ne kadar protein üretileceği, ne kadar hormon ve enzim üretileceği hep nukleus kontrolündedir. Bu kontrol sistemi ise DNA ile ortamdaki inhibitör (engelleyici) etkenler arasındaki
"Feedback"mekanizması sayesinde olur.
HÜCRE BÖLÜNMESİ
Vücudumuzda her an he saniye bir hücre, ölmekte fakat bu hücrelerin yerini yeni hücreler almaktadır. Hücreler ise bölünerek çoğalırlar. Elimizde ayağımızda yada vücudumuzun herhangi bir bölgesinde bir yara meydana geldiği zaman bu yara bir kaç gün içerisinde kapanmaya başlayacaktır.
Açık bir yaranın kapanması da yine hücre bölünmesiyle gerçekleşir.
Hücre bölünmesi iki tiptir. Birincisi "Mayoz" ikincisi ise "Mitoz"dur. Mayoz bölünme esnasında meydana gelen yavru hücrelerde DNA miktarı yarı arıya düşürülür.
Fakat mitoz bölünmede DNA miktarı sabit kalır.
Bunun önemi nedir ?
Canlıların vücudunda hücrelerden eşey hücreleri hariç diğer tüm hücrelerinde 2n sayıda kromozom, eşey hücrelerinde ise n sayıda kromozom bulunur. Erkek bireyden gelen sperm taşıdığı n sayıdaki kromozomu, dişi bireyden gelen ve yine n sayıda kromozom taşıyan yumurta ile birleştirir.
Sonuç olarak 2n kromozomlu bir zigot meydana gelir ki normal bir bireyde olması
gereken kromozom miktarı da budur.
Eğer eşey hücrelerinde de diğer hücrelerdeki gibi 2n kromozom bulunsaydı erkekten gelen sperm ile dişiden gelen yumurtanın birleşmesi neticesinde meydana gelecek olan zigotta 4 n kromozom bulunacaktı. Ve bu kromozom sayısı her nesilde iki katına çıkacak ve canlıların yavruları birer hilkat garibesine dönüşecekti.
Hücre böyle bir faciaya meydan vermemek için mayoz bölünme ile eşey
hücrelerindeki DNA miktarı yarıya indirir.
Zigot meydana geldikten sonra mayoz bölünme devam etseydi bu seferde DNA miktarı her yavru hücrede yarıya düşecek ve en sonunda DNA dan eser kalmayacaktı. Hücre bu problemi de Mitoz bölünme yoluyla halletmiştir.
Mitoz bölünmede ise hücre içerisindeki DNA miktarı sabit tutulur.
DNA'nın iki katına çıkması işlemi ise yukarı şekilde gösterilen "Replikasyon"
mekanizması ile gerçekleştirilir.
DNA kırılma noktasından tıpkı bir fermuar gibi açılır ve tek zincire düşer. Tek zincirler, ortamda bulunan serbest nükleotidleri kullanarak kendilerini eşlemeye başlarlar.
Böylelikle oluşan iki yeni zincirle DNA miktarı 2 katına çıkarılır.
Mitoz bölünmede bu zincirlerden birisi birinci yavru hücreye giderken diğer
zincir ise ikinci yavru hücreye gider.
Bölünme 4 aşamada meydana gelir. Bu aşamalar sırasıyla; Profaz Metafaz Anafaz Telofazdır.
Bilgi: Bu aşamalara ilave olarak
Profaz aşamasından önce gelen İnterfaz aşaması vardır ve hazırlık aşaması olarak
da adlandırılır. İnterfaz hazırlık aşamasında ATP ve protein sentezinde artış
meydana gelir. DNA kendisini replike eder ve sentriol sayısı 2'ye çıkar.
Hücre mitoz bölünme geçirecekse DNA miktarı iki katına çıkarılır. Eğer mayoz
bölünme geçirecekse DNA miktarı önce iki katına çıkarılır, ardından da yarıya
düşürülerek sabit tutulmuş olur ve böylelikle yavru hücrelerdeki DNA miktarı
sabit kalmış olur.
İnsan somatik hücreleri (eşey hücreleri dışındaki tüm hücreleri)'nde bölünme esnasında 46 kromozom bulunur.
Kromozomlar birer çift olup son iki tanesi eşey kromozomu adını alır.
Sağdaki şekilde elektron mikroskobuyla fotoğrafı çekilen kromozomların soldaki
şekilde sınıflandırılmış şekli görülüyor.
Hepsinden bir çift bulunan kromozomların bir tanesi bir yavru hücreye giderken diğeri ikinci yavru hücreye gider. Böylelikle kromozomlar eşit miktarda hücrelere taksim edilmiş olur. Fakat eşey kromozomları birbirinin aynı değildir.
Bu kromozomlardan birisi dişi yavruyu, diğeri erkek yavruyu temsil eder.
Bunu formüllerle ifade etmeye çalışalım;
Kromozomlardan büyük olanı erkek eşey kromozomu olsun ve "Y" harfiyle gösterilsin.
Küçük olan diğeri ise dişi eşey kromozomu olsun ve "X" harfiyle gösterilsin.
Bu kromozomlar bölünme esnasında eşey hücrelerine dağıtılırken birisi birinci
eşey hücresine, diğeri ise ikinci eşey hücresine gider.
Eşey hücrelerinden birisi 22+Y tane kromozom taşırken diğeri 22+X tane kromozom taşır. Kromozom sayıları her ikisinde de eşittir fakat eşey kromozomları bakımından farklılık gösterir.
Y harfini erkek olarak, X harfini ise dişi olarak belirtmiştik. İşte bu noktada
doktorlar dünyaya gelecek olan bir yavrunun erkek mi yoksa kız mı olacağını bu
kromozomlara bakarak tespit edebilirler.
Bir yavru, eşey hücrelerinin birleşmesiyle meydana geldiğine göre, yavrunun
somatik hücrelerinden birisinin eşey kromozomlarına bakılarak erkek veya kız
olduğu anlaşılabilir.
Eğer yavru kız olacaksa kromozomları 44 + XX, erkek olacaksa 44 + XY (yani 44+Xx)
şeklinde görünür.
Hücre, gerek organellerinin yapısı bakımından gerekse içerisinde cereyan eden metabolik olaylar bakımından gerçekten insanın hayal gücünü zorlayan bir yapıya sahiptir.
Ancak mikroskopla görülen bir hücrenin içerisinde bu derece kompleks bir
dünyanın varlığı, sonsuz bir akıl tarafından dizayn edildiğinin açık bir
delilidir.
Hücre için buraya dökülen bilgiler, hücre hakkında bilinen veya bilinmeyen bilgilerin toz tanesi kadar bir kısmını teşkil etmektedir.
Teknoloji ilerledikçe hücre içerisindeki akıl almaz karmaşanın boyutu biraz daha
belirgin bir hale gelmektedir.
|